Çocukken annem bize üç ilke öğretti: Alnın açık olsun, sofran açık olsun, gönlün açık olsun. İnsan çocukken öğrendiklerini hayat boyu unutmuyor. Bu yazım da annemin üçüncü ilkesine dairdir: sofran açık olsun. Alnım açık, gönlüm açık, apaçık halde Silivri’den size çocukluğumun sofralarını anlatmak istiyorum.
90’lar Ankarası’nın küçük bir memur evinde, ama büyük, geniş dost sofralarında, gündüzden geceye yayılan muhabbetlerin arasında büyüdüm. Bir yanı sanat, bir yanı siyaset. Üstü örtülerle örtülmüş, girilmez salon koltuklarının dolup boşaldığı akşamlar… Misafir ağırlamanın gerçekten kutsal bir şey olduğuna inandığım çocukluğum, “Babamın nasıl bu kadar çok arkadaşı oluyor, anlamıyorum” diye kendime sormakla geçti. Saz çalındığında sohbetlerde susmak, hatta evin hiçbir yerinde konuşmamak, sessiz olmak ve dinlemek — nefesini tutarcasına…
Ben size bir çocuğun gözünden Türkiye ittifakı anlatayım. Hiç öyle sağ-sol, Sünni-Alevi, Türk-Kürt demeden. Gerçek bir Emrah hikâyesinden. O sofralarda amca dediğim, teyze dediğim nice güzel insanların çocuklarıyla evin giriş antresinde oynardık. Çocuktuk, çok severdik kalabalığı, dağıtmayı, oyun kurmayı. Hiç bilmedim, çocuktum, hangi arkadaşım zengin, hangisi fakir; derdimiz o küçük evde ortak oyun kurup salon kapısının hemen önünde birlikte oynamaktı.
O sofraların en uzun boylusu ve heybetlisi Arif amcaydı (Arif Sağ). Herkesin “başkan” dediği Murat Karayalçın hep biz çocuklarla ilgilenir ve hâlimizi sorardı. Kendine has şivesiyle Turan amca (Turan Tontoğlu) vardı; büyüyünce öğrendim, Artvinliymiş. Durukal Çulha vardı, çocukların gözdesiydi. Bize masal gibi tarih, kent anlatırdı. Trabzonluydu, mimardı ve Devlet Planlama Teşkilatı’nda yöneticiydi. Mehmet amca vardı, o da şiveli konuşurdu. Kürtmüş, büyüyünce öğrendim. Oğlu yakın arkadaşımdı. Yusuf amca vardı, komşumuzdu. Dindardı, bürokrattı. Necmettin Erbakan sevdalısıydı. Çok severdi sanat-siyaset masalarını. Güzel insandı. Oğlu Muhammed yakın arkadaşımdı.
Çocukluğumun sofralarından geçen amcalar, teyzeler, abiler, arkadaşlar… Belki herkesi her zaman aynı sofraya oturtamazdık ama, soframızda herkese yer vardı. Muhabbetlerde, sofralarda ortaklaşan ve bazen çatışan yetişkin seslerinin altında bir yerde çocuk oyunları kurulurdu. Arkadaşlığımız her buluşmada yeniden başlardı. Bu, kocaman bir birlik oyunuydu.
Geri dönüp beni ben yapan o eve, o sofralara, o oyunlara baktığımda, dostluk, samimiyet, bazen küslük olsa da sonunda hep barış görüyorum. Bizim evimizde her zaman aynı siyasi görüşten, mezhepten olmasa da ortak bir Türkiye hayalinde buluşanlar vardı. Doğru bildiğinden şaşmayan, ama doğru bildiği insanlardan da kopmayan Anadolu arifleri vardı.
Ankara’da büyüdüm dedim ya, Ankara’nın aynı zamanda bir ahî şehri olduğunu çok sonraları öğrendim. Ahî demek, kardeş demektir. Ahîler, bir sofraya birlikte oturmanın adabını bilerek yaşadılar. O sofrayı kutsal sayar ve derlerdi ki: “Sofra gökten indi, sen o sofraya haram lokma mı koydun?”. Ahîler, müşterek sofralarına kavga koyanı, hırs koyanı, çatışma koyanı, haram lokma koyanı, kibirle oturanı ayıpladılar. Bu davranışları birliğe, kardeşlik hukukuna ihanet saydılar.
Şimdi, o sofralarda büyüyen çocuklar olarak en büyük imtihanımız; bu iklimde, bu tarihi dönemeçte tüm baskılara, korkulara inat “birlik” demek ve müşterek bir hikâye kurmak.
Bu toprakların mayasını çalan Anadolu’nun yiğit insanlarının, ahîlerinin izinden gitmek. Samimi, kararlı, pazarlıksız ve gerçek. “Mertçe” yapmak, konuşmak, korkmadan.
Yaşar Kemal’e sormuşlar: “Sizce Türkiye’nin en büyük sorunu nedir?” diye… Büyük üstat şöyle cevap vermiş: “Korku!” demiş. “İnsanlar korkudan konuşamıyor, yazamıyor, susuyor. Ama ben biliyorum ki korku bir dağ gibidir. Önünde durursan büyür. İçine yürürsen erir gider.”
Büyüdüm ve o sofralar tatlı birer hatıra oldu. Bu geçen zamanda korkmayı da öğrendim, mertliği de. Sorumluluk almayı da öğrendim, cezalandırılmayı da… Şimdi hücremin duvarlarına bakıyorum. Bazen çocuk Emrah soruyor: sen neden buradasın? Ben de cevap veriyorum, çocuk oyunlarını kurmak kadar kolay değilmiş, bu sofrada yetişkinlere düşen. Üzerimizdeki sorumluluğun yükü Türkiye kadar büyük, ama umudu da Türkiye kadar güzel.
Şimdi misafire saklanan o salonların kapısı açıldı. Millet, tozlu koltukların üstündeki örtüleri kaldırıyor. Daha sofrayı kuracağız. Yemekleri yapacağız. Sonra o sofraya, bu toprakların kerem sahibi “Ekrem” evlatlarıyla, “mert” evlatlarıyla oturacağız. Mertçe konuşacağız. Samimi, gerçek, gönülden… Yeniden, hepimiz için yemeği aşı çeşitli olsa da sofrası bir olmanın hakikatini göstereceğiz.
Şişli Belediye Başkanı Resul Emrah Şahan, Silivri Cezaevi’nde tutuklu bulunmaktadır.